Banu Yıldıran Genç
Öykü denildiğinde Amerikan öyküsünü tek geçerim. Evet, İngiliz öykülerinin arka planda var olan politikliğini seviyorum, İskandinavları ve Latin Amerikalıları atmosfer konusunda usta buluyorum, Rus öykülerindeki masalsılık ve mizah hoşuma gidiyor ama hiçbiri bana Amerikan öykülerini okuduktan sonraki “Vay be, yine nasıl hiçbir şeyden her şeye dair öykü yazmışlar” duygusunu kolay kolay yaşatmıyor.
Raymond Carver ve John Cheever, artık atölyelerde okutula okutula ezberlendi diyebiliriz. Kirli gerçekçilik denilen akımın minimal yazan ustaları Carver ve Cheever, genellikle Amerikalı beyaz yakalıların banliyölerdeki yaşamlarına değiniyor. İki yazarla da çok erken tanıştım, bundan gurur duyarım. Yirmili yaşlarımın ortasında Güney Gotiği yazarlarının öykülerini keşfettim. Flannery O’Connor’dan Truman Capote’ye hepsini yaladım yuttum ve Amerikan taşrasının beni kent ve banliyölerdeki yaşamlardan çok daha fazla etkilediğini anladım. Geçtiğimiz yıllarda sevdiğimiz butik yayınevlerinden Yüz Kitap’ın neredeyse sadece öyküyle ve Türkçede hiç yayımlanmamış yazarlarla yola çıktıkları konsept sayesinde Amerika’nın vahşi doğası ve insanıyla haşır neşir olduk. Son birkaç yılda ise genç yayınevlerinden Holden Kitap da bizi hiç bilmediğimiz Amerikalı yazarlarla tanıştırmaya başladı. Mutluluk verici gelişmeler.
Filmlerde ve dizilerde pohpohlanarak gözümüze sokulan Amerikan hayatının ne menem bir yalan olduğunu galiba bir Amerikalılar bir de işte bağımsız dizileri, belgeselleri, edebiyatı takip edenler biliyor. Her zaman söylerim, Amerika Birleşik Devletleri’nin ne olduğunu ben en çok “Ağır Yaşamlar” belgeselinden öğrendim. Bir de işte deminden beri anlattığım çiftlikleri, avcılığı, yıkıcılığı, akraba kavgalarını, parasızlığı, hacizleri, yapayalnızlığı olabilecek en garip yerlerden anlatan Amerika’nın taşrasından çıkıp gelmiş yazarlardan
KORKTUĞUMUZUN OLMADIĞI ÖYKÜLER
Holden Kitap’ın geçtiğimiz temmuzda yayımladığı Wells Tower’ın ‘Her Şey Yanmış, Her Şey Yıkılmış’ını okuyup da bitirince yine “Vay be…” diye başlayan klasik şaşkınlık ve hayranlığımı yaşadım. Wells Tower, derdini minimal anlatan bir yazar değil, hatta uzun uzun anlatmayı seviyor diyebilirim. Öyküleri genellikle bizde uzun öykü olarak anılan uzunlukta, yirmi otuz sayfa arası. Amerikan öykülerinde alıştığımız üzere kaybedenlerin öyküleri bunlar. Boşanmış ve batmış bir koca, konuşmayan iki kardeş, bunamış ve genç karısının başına kalmış baba, zorbalığa maruz kalan bir ergen, kuzeninin gölgesinde kalmış bir genç kız… Herkesin başına gelebilecek şeyler, kimsenin başına gelmeyecek garipliklerle bir arada ilerliyor. İlk öyküde “yok artık” falan desek de yazar, ustalıkla kurduğu bu dünyada bir yerden sonra bize de her şeyin normalmiş gibi gelmesini sağlıyor.
Yine bence yazarın öykülerindeki başka ortaklıklardan biri, olacağını düşündüğümüz şeylerin olmaması. ‘Vadi Boyunca’ öyküsünde, kendisini meditasyon öğretmeni için terk eden karısının telefonu üzerine inziva kampında ayak bileğini kıran rakibini ve ayda bir gördüğü kızını gidip almayı kabul eden Ed’in başına gelenler gibi… Arabada kızının uyurken vites kolunu ağzına sokup uyumaya öyle devam etmesi aklımıza garip garip fikirler getirse de genellikle korktuğumuz olmuyor, üvey baba istismarı bildiğimiz kadarıyla yok, aynı kadını seven iki erkek delicesine bir kavgaya tutuşmuyor, Wells Tower karakterlerinde genel bir talihsizlik var sadece.
‘Büyük İşler Başaranlar’ adlı öyküde bunamaya başlayan babası ve genç üvey annesiyle, ne iş yaptığını kimselerin anlayamadığı endüstriyel tasarımcı bir anlatıcımız var. Babası kırklarındayken yarı yaşında bir kadınla evlenen ve tabii en büyük hayali üvey annesiyle evlenmek olan onlu yaşlardaki bir çocuk düşünün… Babanın erken bir yaşta hastalanması genç karısı için kısa kibrit çöpünü çekmek gibi olmuş. Biraz nefes almak için emrivaki bir biçimde yanına geldiklerinde, anlatıcımız babasının kafasının epey gidik olduğunu, üvey annesinin de sabrının sonlarına yaklaştığını görüyor. Pek çok öyküden aşina olduğumuz saçma olaylar silsilesi, babanın parkta satranç oynarken epey para kaybettiği evsizi de yanlarına alarak lüks bir restorana gitmeleriyle, evsizle üvey anne arasındaki cinsel gerilimle ve evsizin eskiden ünlü bir şarkıcı olmasının ortaya çıkmasıyla devam ediyor. Öykünün bir yerinde evsiz adam şarkı söylüyor, üvey anne tekrar söylemesi için ona para teklif ediyor, baba bu kadının kim olduğunu bilmediğini ama onu sikmek istediğini söyleyerek karısını aşağılıyor… Öyküdeki absürtlük seviyesini ve harareti öyle ustaca yükseltiyor ki yazar, kadın çekip gittiğinde biz de rahatlıyoruz. Ve çıkışta onları arabasıyla götüreceğini söyleyip tekrar yüklü miktar para alan evsizin sonsuza kadar kaybolacağını sanıyoruz ama hayır, leş gibi bir arabayla gelip ne olursa olsun sözünü tutuyor. Bunun gibi ayrıntılar bana her türlü tersliğe, saçmalığa rağmen Wells Tower’ın insanın içindeki iyiye inandığını düşündürüyor.
SEVGİ: EN BÜYÜK CEZA
Son iki öykü, beni en çok etkileyen öyküler oldu. “Fuarda” (ki ben öykünün adının Lunaparkta olması gerektiğini düşündüm), iki küçük çocuğun lunaparkta kertenkele görmesiyle başlıyor, iyi anlaşırken bir anda kapışıveren bu çocukları tanıtarak açılıyor. Yedi yaşındaki Henry’nin babasıyla, on yaşındaki Randy’nin annesi bu gece ilk kez buluşuyorlar. Lunaparka çocukları da getirmiş, kırk dakikadır dönme dolapta fingirdeşirken onları aşağıda bırakmışlar. Şişman ve bacağı kırık Randy’yle güzeller güzeli Henry tartışırken olaylar büyüyor, çocuklar her zamanki gibi zorbalaşıyor ve biz bunca öyküdür ne kadar korktuysak korkalım kötü bir şey olmamasının verdiği rahatlıkla, kaçıp uzaklaşan Henry’i hiç tanımadığı bir adam portatif tuvalet kabinine götürünce kalakalıyoruz. “‘İşte- güvendeyiz,’ diyor adam ve siyah sürgü tutamağını çekiyor. Plastik kapı sıcaktan ve eskilikten yamulmuş. Kapı aralığından eğik, dikdörtgen, kahverengi bir ışık sızıyor. Loş ışıkta Henry adamın ortasında mavi taştan bir halka olan gümüş renkli yuvarlak kemer tokasını görebiliyor.”
Henry’nin başına neler geldiğini düşünürken öyküde sanki bir kamera yavaş yavaş tüm lunaparkta dolaşırmış ve rastgele bazı kişileri zumlarmışçasına bizi ustabaşının, iş arayan genç bir adamın, her fırsatta işten kaçan bir başka işçinin etrafında dolaştırıyor. Onların iç sesleri ve diyalogları arasında genç Jeff’in işe alınışını, yedi gün çalışma karşılığı alacağı seksen doların zaten yatak ve üniformalara gideceğini öğreniyor, Amerika’nın korkunç ve eşitsiz kapitalist sistemine tanık oluyoruz. Henry’e bir şey olmaması için ettiğimiz dualar tutmuyor çünkü babası yirmi dakika sonra çocuğu bulduğunda ayakkabısının teki ve iç çamaşırı kayıp. Wells Tower, istismarı hiç dramatize etmeden sadece olanları anlatıyor. İlk buluşmanın böyle bitmesine mi yansın, kendi oğlunun küçük çocuğa göz kulak olmayışına mı yansın derken Sheila’nın gözyaşları arasında Henry ve babası polislerle karakola gidiyor. Biz lunaparkta çalışanları tanımaya devam ediyoruz ve yazar, öylesine ustalıklı bir kurguyla açıyor ki kişileri önümüze, “sahnede duran tüfek misali” o taşlı kemer tokasının kime ait olduğunu sezdiğimizde bile gereken tepkiyi veremiyoruz. Çünkü Wells Tower, tek bir cümleyle karakterleri derinleştirip iyisiyle kötüsüyle insanı çıkarıyor karşımıza. İyi edebiyatın böyle de bir handikapı var.
Son öykü ise tamamen farklı. Kitapla aynı adı taşıyan ‘Her şey Yanmış, Her Şey Yıkılmış’ta yüzlerce yıl önce İskandinav kıyılarındaki bir kasabaya gidiyoruz. Talan, vahşet, cinayet, kan… Her şey var. Hatta şiddet düşkünü reis Djarf’ın sadece canı çektiği için, Gnut ve Harald’ın hem dışlanmamak hem de para için gittikleri son yağmalama seferinde, Djarf’ın keşişe uyguladığı kan kartalı ritüeliyle kendimizi neredeyse “Midsommar” filminin setinde gibi hissediyoruz. Kılıçlar, cesetler, yağmalanıp yakılan keşiş köyü derken Gnut’un köyden bulduğu tek kolu kesik Mary’i uzun zaman önce ölen karısının yerine geçirmek için yanına almasıyla her şey değişiyor. Mary’nin de rızasını alarak köye dönen ekipten Gnut ,erken kaybedip geç bulduğunu uçan kuştan sakınmak için eve kapanırken, Harald’ın en çok istediği gerçekleşiyor ve ikiz çocukları oluyor. İşte kalbinizi titreten sevgi, varlıklarına zarar gelmesinden duyduğunuz korku derken eski vahşiliğinizi kaybedip, dönüşüp yeni bir insan olmanın hikayesi bu. Uzun yıllardır okuduğum en etkileyici öykülerden… “Bu insanlardan, karından ve çocuklarından keşke nefret etseydim diyorsun çünkü dünyanın onlara yapacaklarını biliyorsun, çünkü bunlardan bir kısmını sen kendin de yaptın. İnsan kafayı sıyırıyor, yine de her şeyinle onlara tutunuyorsun ve geri kalan her şeye gözünü kapatıyorsun.”
Wells Tower’ın sevgiyi anlatma gücü karşısında insan gerçekten kafayı sıyırıyor. Ertuğrul Pek’in ustalıklı çevirisiyle yayımlanan ‘Her Şey Yanmış, Her Şey Yıkılmış’ı Amerikan öyküsü sevenlerin kaçırmaması gerekiyor.